Sunday, September 24, 2017

Absürd Uçak

Sabah güneşinin davetkar parlıklığı ve benim işsizliğimden dolayı israf edecek zaman konusundaki cömertliğim kendimi sahile atmama yetti. Ufak bir parkın içinde  bulunan türünü bilmediğim bir ağacın yanına iliştirilmiş bir banka oturdum kaldırımdan geçenleri amaçsızca izliyorum. Yaşlısı, hamilesi, öğrencisi, topalı, memuru, banka çalışanı,işçisi,ev hanımı, evsizi, şişmanı...Birçoğunun yüzünden ve topuk seslerinden yayılan telaş hakim sabahın henüz patlamış afyonuna. ve bu sabahın bütün neşesini ve enerjisini çeken o somurtkan acelecilik ve etrafa kayıtsız bakışlar mide bulandırıcı geldi. Çantamdaki defterden bir sayfa koparıp;
"Aceleye gerek yok ki, telaşlanmaya da. Yola çıktıktan sonra varılacak bir yer olmadığını anlamak ne kadar absürd. Hedefler, planlar bu absürd karşısında ne kadar anlamsız. Nefretler ve tutkular aynı evin yorgun kevaşesi" diye yazıp önce uçak yapıp fırlatasım geldi, sonra vazgeçtim. Buruşturup yanımdaki çöp kovasına yolladım.




Wednesday, September 20, 2017

Yokluğun Hezeyanı

Gözlerimi hafifçe araladım. Saatimin fosforu 4:53 ü gösteriyor. Yorganımın altında buz gibi, piç gibiyim. Zihnimin yerçekiminden muaf atmosferinden sıyrılıp, önüme düşüp duran irili ufaklı ekşili tatlılı görüntüler. Umurumda değil. Kafamı çıkarıp yorganın altından sıska bedenime ağır gelen yokluğun sesini dinliyorum. Rengi siyaha çalan yeşil. Önemi yok. Ensemden kasıklarıma kadar öpücük halinde soğuğun yürüyüşü yirmilik ellerin yokluğuyla yüzleştiriyor tenimi. İyi şeyler getiriyorum aklıma ancak tutunamıyor odamın soğuk zemininde. Çok şey istemiyorum aslında; rahmetli dedemin kapıdan içeri girip "serseri daha uyumadın mı?" diye söylenmesini ve ya annemin başımı okşayıp üzerimi örtmesini. Sadece bu kadar ama hepsi gitti. Şu an ki durumdan bir iki çıkarımda bulunup kendime fısıldamak  bile gereksiz geliyor. Odanın duvarları geceyle aramdan çekiliyor ve yalnızlığımla kucaklaşıyorum. Yalnızlık her halükarda anlamlı geliyor, umurumda değil diyemiyorum.


Monday, February 20, 2017

Alexander von Schlippenbach Trio - Pakistani Pomade


İtiraf etmem gerekir ki bu albümü dinleyene kadar Paul Lovens diye bir adamdan bir haberdim. Diğer iki ismi(Alexander von Schlippenbach (piano), Evan Parker, saksafonlar) daha önce defalarca dinlemişliğim var. Ancak biraz araştırdığımda önemli kişilerle beraber çalmış olduğunu gördüm Lovens'ın. Mesela aralarında Joelle Leandre gibi sıradışı ve çok sevdiğim bir müzisyen var.
Albüme tekrar dönecek ve betimleyecek olursak;  düzensiz, ahenksiz, armoniden uzak ancak mümkün olduğu kadar yoğun bir şekilde etkileşimli olarak ortaya çıkarılmış bir baş yapıt. Şimdiye kadar kuzey Avrupa cazı olarak nitelendireceğimiz bir çok şey dinledim. Polonya özgür cazı dahil. Bu çok farklı.Sadece imrovize ya da deneysel diyip geçiştirebileceğimiz bir şey değil. Bildiğin overdose uyuşturucu gibi ya. O kadar fazla ses çeşitliliği ve zenginliği var ki bir doyum ve tatmin olma hali yaşıyorsun.  Bana bir süre Türkiye'de yaşadığımı unutturdu dersem yalan olmaz. Çok fazla uzatmadan ciddi bir caz yayın organında aynen şöyle geçiyor albüm hakkında;

"Europen Improv never sounded beter"

Wednesday, September 14, 2016

Ama sen bizi daha iyisine alıştırmıştın.



"Har" "Tol" ve "Bazuka" o kadar güzel eserler ki  benim gibi kendisine epey sadık bir okuyucu kitlesi kazandırdı zamanla. Eee haliyle beklentiler epey yüksek. Aldım okudum.Sevgili üstad kitabı bitirmeyi 8 yıla yaymandan mıdır bilemem ama "Merhume"yi pek beğenemedim.Bana karakterler kopuk ve olay örgüsü biraz dağınık geldi. Kitap ta bütünlük eksikliği hissettiriyor kendisini okura. Bir de bölüm başlarındaki metinden bağımsız duran ama konuyla bağlantılı öyküler bana biraz sıkıcı geldi. Kitap yer yer çok eğlenceli ve akışkan ama beklentilerin altında bana göre.

Thursday, May 26, 2016

DAHA



Henüz daha çocukken mülteci kaçakçısı babasının yanında uzun süre çalışmak zorunda kalan kahramanımız Gaza, bir çocuğun yaşamaması gereken birçok şeyi tecrübe etmiştir. Duygudan ve şefkatten yoksun büyür. Bir çok kere şiddet ve ölümlerle yüz yüze gelir. Hatta bir mültecinin ölümüne bile sebep olur.(Cuma) Cuma'nın ölümü Gaza da derin izler bırakır. Ama onlara eziyet etmekten geri kalmaz. Çünkü çevresi o kadar kötülüklerle çevrilidir ki iyinin ne olduğunu bilmez. Velhasıl çocukluğunun uzun bir dönemi babasının yalanlarıyla onun yanında geçer ta ki o mültecileri taşırken geçirdikleri ve sadece kendisinin kurtulduğu kazaya kadar. Mucize gibi günler sonra kurtarılır. Artık kaçakçı hayatı sona ermiştir. Bambaşka bir hayata başlayacağını, her şeyin geride kalacağını umar ama geçmişte yaşadığı travmatik tecrübeler şiddetli ağrılar ile su yüzüne çıkmaya başlar belli bir süre sonra. Klinikte tedavi görür ama sonuç alınamaz. Ağrılar devam eder, kurtulamaz. Çevresindeki insanlardan uzaklaşmaya başlar. Geçmişine lanet ederek ağrılarına katlanmaya çalışır güçlü ilaçlarla.(Morfin Sülfat) Bir süre sonra tedavisini kendisi aramaya başlar. Dokunamadığı insanlara yaklaşabilmek için kalabalıklara karışır. O da sonuç vermez. Hastalığı klinikte kendisine söylenildiği gibi travmaya bağlı davranış bozukluğu değildir. Artık bundan emindir. Babasının gömdüğü parayı bulur dünyayı gezer. Gaza Cuma'ya yaklaştıkça suçluluk duygusu artar. Afganistan'dadır Gaza' nın aradığı. Cuma'nın yolculuğa başladığı yere doğru yola koyulur. Kendisini oraya götürecek olan kamyonda önceden babasıyla eziyet ettikleri mültecilerle aynı yerdedir. Aynı tarafta... Onların bu büyük ve berbat yolculuğa çıkmadan önceki çaresizliklerine tanık olur. Afganlı mültecilerin kendi evlerindeki depoya kapatılana kadar çektikleri acılara ortak olunca normal bir insana dönüşür Gaza.

Thursday, April 30, 2015

DUMAN

Ayak ucuyla yürür sessiz sedasız yanına kıvrılıp sigarasını tüttürürdü pişmanlıkların bazen. Sen istediğin kadar onlar yokmuş gibi davransanda halka halka üstüne konardı dumanı işte. Bütün gün kokusu kalırdı üzerinde.

Sunday, January 4, 2015

Albüm


Az biraz yokuş ve iki kat merdiven nefes nefese kalmasına yetmişti Alper’in. Yaklaşık bir sene sonra tekrar geldiği dairenin kapısı hafif aralıktı ve vurmadan girdi içeri. Botunu çıkardı, çıplak ve buz gibi olan evin tabanı ayaklarıyla kucaklaştı. Annesinin gönderdiği yiyeceklerle dolu olan poşeti koyacak bir yer aradı gözleri ama yere bıraktı. Kuzeninin pineklediğini tahmin ettiği odaya doğru yürüdü. Emektar masadan önce elleriyle destek alıp sonra hantal 95 kiloluk bedenini gıcırtıyla iskemleye yerleştirdi. Çıkan sesle karşısında uyuklayan kuzenini kim bilir hangi saçma-iğrenç rüyasından etmişti. Hafifçe başını kollarının üzerinden kaldıran Selçuk karşısında oturanın kim olduğunu çıkardıktan sonra elini masadaki yarısı su dolu bardağa götürdü. Boğazını ıslattıktan sonra havadan sudan konuşmayı sevmediğinden söze ilk önce karşısındakinin başlamasını bekleyen bakışlarını Alper’e yöneltti. Alper aklındakileri henüz toparlıyorken Selçuk;

“Tuvalete kadar gidiyorum şimdi dönerim kuzen” dedi.

Başını sallayarak cevap veren Alper daha şimdiden bu pis, loş, soğuk ve dağınık odadan bunalmıştı. Aslında çok da şaşırmamıştı buranın böyle olmasına. Az çok tahmin ettiği gibiydi. Kuzeni hep pisti. Çorabıyla yatar, dişlerini nadiren fırçalar ve haftada bir duş alırdı. Onun gibiler hep pisti.35 yıllık hayatında bir iki tane daha böyle adam tanımıştı. Bunların en dikkat çekici ve önemli ortak özellikleri tembellikti. Maddenin statik enerjisine olan aşkları hep baki, eylemsizlik tek eylemleri denilebilirdi. Evet maalesef kuzeni de böyleydi. Bir de son zamanlarda sinirsel davranış bozuklukları eklenmişti annesinin dediğine göre. Nevrotik bir vaka sayılabilirdi. 10 dakika sonra elinde bir kupa fincan ve hırkasını giymiş olarak döndü.

“ Kuzen söze başlamadan bir şey soracağım. Evdeki eşyaları mı satıyorsun lan? Tek gördüğüm mobilya oturduğumuz masa bir de şuradaki kanepe.” Dedi hafiften gülerek.

“Buraya kendini iyi hissetmeye geldiysen kapı açık halihazırda. Sana kapıya kadar eşlik edemem.”

“Kumar mı hala yoksa?”


…hasılı kelam aynı inşaat firması beni işe alma mülakatına Levent’teki binasına çağırdı. Gittim. Beklerken İnsan kaynakları departmanı müdüresi asistanından Müdürenin isminin Çağla  olduğunu öğrendim. Saplantı işte. Arkama bakmadan uzaklaştım Çağla’dan. Hayatımı yeterince kötü etkileyen 3 adet Çağla ile tanıştım zaten. Dolaylı ya da dolaysız, iyi niyetli ya da kötü niyetli fark etmez. “

“İkisini biliyorum da üçüncüsü nerden kuzen?”

“Üniversiteden. Hani taciz iftirasıyla iki yarı yıl uzaklaştırılmama neden olan yapı statikçi yard. Doç. Çağla Fil.

Misafirine de yapmayı gerekli görmediği kahvesinden bir yudum daha aldı ve terleyen ellerini çaktırmadan hırkasına sildi. Alper’in de tahmin ettiği gibi kuzeninin hayatında birçok şey yolunda gitmiyordu kendisinin aksine. Özellikle de adı çağla olan akrabalarının düğününe giderken anne ve babasını trafik kazasında kaybettikten sonra. Para buldukça kumar oynardı üstelik ve iş kariyerinde de devamlılığı yoktu. Sıkılırsa bırakırdı. Strese gelemez ve liyakat tabiatında yoktu. Kuzenini kendisine yapılan iyiliğin değerini bilemeyecek kadar iyi tanıyordu. Selçuk’u hep kıskanmıştı. Okul hayatında daha başarılı ve etrafında kızların eksik olmayacağı kadar yakışıklıydı kuzeni. Kuzeninin içinde bulunduğu duruma üzülüyor ama bir yandan da bilinç altında hep rakip olarak gördüğü için de sinsi bir memnunluk hissetmiyor değildi.

“Hatırladım şimdi. Unutmadan annem yiyecek bir şeyler yolladı. Havuçlu kek yapmış. Seversin sen. Bir iki tane de sandviç. Girişe bıraktım. Bir de senden şu resim albümlerini istedi bir sakıncası yoksa. Teyzemle annemin ortak çektirdiği resimler olacak herhalde, anlarsın işte hatıra hatıradır. Bizimkiler de baya üzüldü. Seni de merak ediyorlar bazen.”

“ Nazan teyzem bir tanedir. Ara sıra gelir sohbet ederiz. Bolca nasihat ve biraz yiyecek getirir sonra gider. Birisine tavsiye de bulunmak nasihat vermek insana kendini iyi hissettirdiğini bildiğimden dinliyormuş önemsiyormuşum gibi davranıyorum teyzemin söylediklerini. Bir kez tökezlemeye gör zaten herkes yaşam koçluğuna soyunuyor lakin bunun için kimseyi suçlayamayacak kadar budalayım biliyorum. Albümlere gelince nerde olduklarını tam olarak bilmiyorum aramam lazım. Teyzeme söyle ne istiyorsa alsın zaten ben ne yapacağım resimleri. Ne işime yarar? Bu akşam bulabildiklerimi masanın üstüne koyarım.”

“Tamam o zaman kuzen bana müsaade. Ama şu kapıyı açık bırakma ne olur ne olmaz.”

Cevap vermedi diğeri. Alper botlarını donmuş ayaklarına tekrar geçirdi. Dikkatli adımlarla dar basamakları teker teker indi.

İkisinin de en büyük ortak noktası sıkı birer edebiyat sever olmalarıydı. Özellikle lise ve Üniversite yıllarında bir çok ortak yazar okudular kimi zaman tatlı sert tartışmaları dahi olurdu. Alper izinli bir gününde büyük bir kitapçıya girip nerdeyse on yıldır iki ayda bir yayınlanan en sevdiği edebiyat dergisini alıp açık alanı olan bir kafeye girdi. Sırtını güneşe verip filtre kahve siparişi verdi sakallı garsona. Dergiyi karıştırmaya başlamıştı ki gördüğüne çok şaşırmıştı. Bu sayıdaki bir öykünün yazarının adı Selçuk Sarmaşık idi. “Tesadüf herhalde” dedi ama öykünün ismi de albüm olunca okumaya karar verdi. Evet bu kuzeni Selçuk’un ta kendisiydi. Demek artık yazıyordu ve yazdıkları bu dergide yayınlanacak kadar güzeldi. Derin bir kıskançlık ve gülümsemeyle bitirdi öyküyü. Yüzünde tebessümle kapattı dergiyi.

Yaşamınızda müzmin bir kaybeden olsanız dahi hayat hala başkalarının sizi kıskanmasına yetecek kadar cömert farkında olmasanız da. Alper tebrik etmek için aramadı Selçuk’u. Kahvesini bitirip hesabı ödedi. Kafeden çıkıp kalabalığa karıştı.

Featured Post

Hermann Hesse, Bozkırkurdu

Düşün dünyasını hayatının merkezine koymuş bir entellektüel, sürekli bu dünyayı önemsemiş ve gereğinden fazla anlam yüklemiştir Harry ve bu...